“YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR”

Ünlü şairlerimizden Ataol Behramoğlu’nun çok sevdiğim bir şiirinin adını, ödünç alarak başlık attım bu yazıya: “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var”

Ünlü şairlerimizden Ataol Behramoğlu’nun çok sevdiğim bir şiirinin adını, ödünç alarak başlık attım bu yazıya: “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var”
Sizlerin de en az benim kadar sevdiğinize hatta belki bir dizesinde kendinizden bir şeyler bulduğunuza eminim.

Ne diyor şair?

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var / Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi / Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten / Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği/

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne / Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa / Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır / Kopmaz kökler salmaktır oraya/

Kucakladın mı, sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını / Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin / Ve uzandın mı bir kere sımsıcak kumlara / Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin.

İlginçtir, bu şiir üzerine 2018 yılında akademik bir araştırma dahi yapılmış. Konusu ise bir o kadar dikkat çekici: Şiirin Psikolojik Danışma Sürecinde Bir Araç Olarak Kullanılabilirliği (Çıplak, Ersun. 2018. Ataol Behramoğlu’nun “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” Başlıklı Şiirinin Psikolojik Danışmada Kullanılabilirliği).
Meraklısı için ufak bir araştırmayla bu çalışmaya ulaşmak mümkün.

Araştırmada, içerik analizi sonucunda şiirin başat duygusunun "üzüntü" olduğu sonucuna varılmış. Oysa bana kalırsa, bu dizelerde bambaşka, çok daha güçlü bir duygu gizli: Sarsılmaz bir yaşama sevinci ve hayata tutkunluk. Şair, bize keyif aldığımız, bizi mutlu eden her duyguyu sonuna kadar, tüm yoğunluğuyla yaşamamız gerektiğini fısıldıyor. İşte şiiri bu yazıya taşıma sebebim de tam olarak bu: Şairin bu tavsiyesi ve hayata bakışı.

Görüyorsunuz, şiirin engin dünyasında bile pratik hayata dair pusulamızı bulabiliyoruz. Ancak edebiyatın temel özelliği estetik ve güzellik olduğu için, buradaki “tavsiye” kavramına da edebiyatın incelikli dilinden ayrılmadan yaklaşmamız gerekiyor.

Peki ya bizler? Yaşadığımız duyguların ne kadar farkındayız? Hangi duygular bize derin bir keyif verirken, hangileri bizi yerinden ediyor? Ve en mühim soru: Hangi duygu bizim gerçekliğimizden, özümüzden çıkıyor; hangisi bize dayatılıyor?

İşte tam da bu sorular, bizi modern hayatın en büyük tuzaklarından birine götürüyor: Duygularımızı otomatik pilotta yaşamaya... Şairin “yoğunluğuna yaşamak” diye tarif ettiği şey, bu otomatik pilot halinin tam zıttıdır. Bu, bir çiçeği koklarken burnumuzu değil, tüm benliğimizi uzatmaktır. O kokuya öyle bir dalmalıyız ki, o anda dünyada var olan tek şey o koku, o an, o duygu olmalı. Ancak o zaman “bitkin düşeriz” ve aslında o bitkinlik, ruha işleyen bir doluluk, bir tamamlanmışlık halidir.

Peki, hangi duygu bizim? Bu sorunun cevabı, o duygu bizi ele geçirdiğinde nasıl tepki verdiğimizde gizli. Öfke anında hemen parlamak mı yoksa o öfkenin içimizdeki hangi değeri, hangi sınırı ihlal ettiğini anlamak için bir an durup o duyguyla kalabilmek mi?
İkincisi, o öfkeyi sahiplenmek ve onu yapıcı bir enerjiye dönüştürmenin yoludur. Aynı şey üzüntü için de geçerlidir. Onu derinden yaşamak, onunla yüzleşmek, onun bize anlatmaya çalıştığı kaybın, hayal kırıklığının derinliğini anlamaktır. Bastırmak, görmezden gelmek değil. Behramoğlu'nun şiirindeki “üzüntü” belki de tam olarak budur: Yaşanmışlıkların getirdiği kaçınılmaz hüznü kabullenip onunla bütünleşmeyi öğrenmektir. Bu, hastalıklı bir keder değil, hayatı olduğu gibi kucaklayan olgun bir duruştur.

Günlük hayatın koşuşturmacasında, sosyal medyanın sürekli “mutlu olmamız” gerektiği yönündeki baskısında, gerçek duygularımıza yer açmak giderek zorlaşıyor. Oysa insan, tıpkı doğa gibi mevsimlerden oluşur. Her duygunun bir mevsimi, bir süresi vardır. Önemli olan, o duygunun mevsimini yaşayabilmek, onun geçici olduğunu bilerek onunla hemhal olabilmektir. Bir sonraki mevsime, yani bir sonraki duygu durumuna ancak bu şekilde sağlıklı bir şekilde geçiş yapabiliriz.

Belki de şiirin psikolojik danışmada kullanılabilirliği tam da bu noktada gizlidir. Danışana, duygularını “yoğunluğuna yaşama” cesareti verebilir. Ona üzüntünün de, sevincin de, öfkenin de insana ait olduğunu; asıl meselenin bu duyguları bastırmak değil, onları tanımak, anlamak ve nihayetinde onlarla bütünleşerek “yeryüzüne kopmaz kökler salmak” olduğunu hatırlatabilir. Çünkü ancak kökleri sağlam olan bir ağaç, fırtınalara rağmen ayakta kalabilir ve her mevsimi, tüm yoğunluğuyla yaşayabilir.

Belki de hepimizin yapması gereken, Ataol Behramoğlu'nun o unutulmaz dizesinde kendini bulan bir cesareti kuşanmak: “Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi...” Bu, hayata verilmiş bir sözdür. Duygularımızın rengârenk paletini kucaklamak, bize dayatılan tek tip mutluluk kalıplarına sığmamak demektir. Bize ait olanı ancak bu kadar derinden yaşayarak keşfedebiliriz. O zaman, hayat sadece başımızdan gelip geçen bir dizi olay olmaktan çıkar; tıpkı şairin dediği gibi onunla karıştığımız, ona kök saldığımız bir varoluş serüvenine dönüşür.

Son söz yerine, kendimize her gün sormamız gereken bir soruyla bitirmek belki de daha anlamlı olabilir: “Bugün, bir çiçeği koklamaktan bitkin düşecek kadar yoğun yaşadığım bir an oldu mu?”

Cevabınız “evet” ise işte o zaman gerçekten yaşıyorsunuz demektir...

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazar Yazıları Haberleri